26.12.13

“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”


  

“Bin dokuz yüz seksen dört” kitabı hem psikolojik,hem siyasi,hem tarihsel,hem bilim-kurgu,hem de gerçekçi tarzda yazılmış bir romandır.Kitabı okuduğumuzda yazarın aslında günümüz olaylarını açık şekilde yüzümüze çarptığını ve şimdiki zamanı daha baskıcı bir şekilde tasvir ettiğini görüyoruz.Orwell,yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olacağına inandığımı söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim.” Kitap her ne kadar Stalin dönemindeki sosyalizm rejimini ve barbarlığın temsilcileri sayılan neo-Nazizm’e karşı eleştirisel bir şekilde yazılmış,fakat okuyup bitirdiğimizde şimdiki büyük devletler sisteminden bir farkı olmadığını açık şekilde görmekteyiz.Erich Fromm’un yorumu aslında kitabın bize vermek istediği mesajı vurgulamaktadır. “George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır.Dile getirilen ruh hali,insanoğlunun geleceğine ilişkin handiyse bir umarsızlık,uyarı ise,tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri,ruhsuz otomatlara dönüşecekleri,üstelik bunun farkına bile varmayacaklarıdır.Orwell,bizi uyarmak ve uyandırmak ister.Hala umudu vardır; ama Batı toplumunun daha önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine,umarsız bir umuttur bu.Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ,bize bu umudun ancak,bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin,bireyselliği,aşkı,eleştirel düşünceyi tümden yitireceği gibi,bunu ayırtına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup çıka tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini öğretir.”


Gelelim kitabın ütopyacı hikayesine,olayların geçtiği yer olan “Okyanusya” adında bir devlet sürekli Avrasya ya da Doğu Asya ile savaş halindedir. Burada baskıcı,totaliter bir rejim uygulanmaktadır ve özgürlüğün tümden ortadan kaldırıldığı,toplumun iktidar tarafından maruz kaldığı yönetsel,dinsel,dilsel,ahlaksal,eğitsel ve bunun gibi baskılar sonucu düşünmenin bile suç olduğu inanlar arasında bu cesareti toplayan baş kahramanımız Winston Smith adında bir parti içi çalışanıdır.Winston Smith sürekli geçmişi kurcalamakla meşgul,eski dönemlere ait hatıralarını kafasında canlandırmakta ve yaşadığı döneme nasıl geldiği sorusu sürekli kafasını kurcalamaktadır.Düşünce polisi olduğunu düşündüğü,fakat tanıştıktan sonra yanıldığını gördüğü ve aynı kafadan olan bir kızla tanışır.İlişki gizli bir şekilde yürütülmektedir,çünkü sistem duygu,istek gibi şeyleri çökertmeye çalışmaktadır. “Büyük birader” adlı kurgulanmış bir diktatör vardır ortada,herkes onu “sevmek” zorundadır.Kitabın sonunda hiç beklemediğimiz gibi Smith,mücadelesine rağmen bu rejime yenik düşer ve Büyük biraderi “sevdiğini” söyler.


Toplum,günümüz kelimesiyle “beyni yıkanmış” bir vaziyyetde yaşamını sürdürmektedir. Bu devletin “Savaş Barıştır.Özgürlük Köleliktir.Cehalet Güçtür.” sloganı aslında tolumun halini özetlemiştir. Cehalet içinde bırakılan halk, “cahil cesareti” diyebileceğimiz cesaretle,özgür olduğunu düşünerek,ancak özünde bir köle olarak hareket etmektedir ve gözünün önünde olan biten yanlışları,yalanları,dolanları,aptallığı görmezden gelebilmektedir.Devamlı olarak manipüle edilen,yönetilen,kendi düşünce yapısı olmayan,düşüncelerin hepsi iktidar tarafından sunulan ve bunları sorgusuz sualsiz kabul edip savunan bir toplumdur.Her zaman koyun gibi güdülmeye mahkumdur ve karşı çıkma,eleştirme olanağı yoktur çünkü üst sınıf,yani iktidar tarafından cahil bırakılır,ancak bu ustalıkla yerine getirildiği için alt sınıf,yani toplum buna hiçbir zaman karşı çıkmaz.Romanda “düşünce suçu” diye bir kavram vardır.İktidarın vatandaşı kendi söylediğine inandırma ve öyle düşünmesini sağlama yöntemi, var olan bir gerçeğin çarpıtılarak yüksek rütbeli kimseler tarafından nasıl söyleniyorsa öyle olduğunu kabullenmektir.Önce geçmiş bir yalanla yeniden yazılır,ardından bu yeniden yazma sanki asında var olan gerçek olarak görülür ve vatandaş buna inandırılır,ikna edilir.Buna karşı gelmek de bir düşünce suçudur.Kitabın baş karakteri Smith de makineleşmeye,duygusuzlaşmaya,mantık ve düşünceden uzak kalışa dayanamaz ve isyan eder.Hikaye boyunca kahramanın beynini bir çok sorunun çürüttüğünü ve düşüncelerin artık dışarıya çıkmasına izin verilmesi gerektiğini düşünerek hareket etmeye başlar.Pek başarılı olmasa da,en azından özgürlüğün,eşitliğin ortaya çıkmasını ister. George Orwell aslında bu kitapta “özgürlük,eşitlik,medya” gibi kelimeleri yok etmiştir denebilir.






Günümüze geldiğimizde yine aynı sistemin var olduğunu bence açık bir şekilde görmekteyiz.Dünya’yı ele almaya çalışan güçlü devletler,baskıcı ve diktatörlüğü tercih eden ülkeler,sürü şeklinde yaşamaya çalışan toplum,beyni yıkanmış cahil insanlar ve orada birkaç meydanda özgürlüğü,eşitliği savunup totaliter rejime karşı gelen,gün geçtikçe de sayısı çoğalan “Winston Smith”ler.


Bilinçaltımdaki reklamlar.

                           

Robert Heath:

“Robert Heath,Unilever ile kariyerine başladı ve 24 yıllık bir süre içinde on farklı reklam ajansları için hesap planlayıcısı olarak çalıştı.1999 yılında reklam ilgi düşük seviyelerde bizi nasıl etkileyebileceğini açıkladı,Düşük Dikkat İşleme teorisini geliştirdi ve 2001 yılında onun en çok satan monografi Reklam Gizli Güç adlı kitabını yazdı.2006 yılında doktorasını tamamlamıştır ve çok sayıda bilimsel dergi makaleleri yazarıdır.O da son on yıl içinde 70 seminer ve açılış konuşmalarının üzerinden teslim olan,başarılı bir konuşmacıdır.Karısı ve kızı ve iki siyah Labrador ile İngiltere'de bir 15th Century Mill’de yaşıyor.”



Reklamlar bizi nasıl etkiler?

    Reklamlar gün geçtikçe hayatımızın bir parçası haline gelmiştir,fakat neden bu kadar etkili olduğunu anlamak biraz karışık ve zordur. Bu kafa karışıklığının nedenleri üzerine yapılan açıklamalardan biri reklamların sıklıkla mantığı iflas ettiriyor oluşudur. ”Reklam endüstrisindeki yaygın inanca göre hoşlandığımız reklamlar hoşlanmadıklarımızdan daha etkilidirler,çünkü insanlar bunları izlemeyi daha fazla istemektedirler(Biel,1990). Ama bazı vaka ve deneylerin,bunun her zaman böyle olmadığını gösterir,başarılı reklam en sevilen,en nefret edilen,en yeni olan değil;radarımızdan kaçarak biz farkına varmadan bizi etkileyecek kadar basit olan reklamlardır. İnsanlara reklamcılık hakkında sorular sorulduğunda herhangi bir reklamı anımsamakta genellikle zorlanırlar.Genellikle eski ünlü kampanyaları hatırlarlar.Amerika’da Coca Cola,American Express gibi,Birleşik Krallık’ta sorduğunuzda ise daha çok bira,Heineken,Guiness gibi reklamlardan bahsederler.

"Coca-Cola" reklamı:




    Önemli vakalardan bir tanesi,’O2’ adlı cep telefonu operatörü olan ve sadece bu reklamları sayesinde pazarda lider olarak bilinen markanın başarısıdır. Reklamları çok basittir,mavi sular içinde uçuşan hava kabarcıkları ve arka planda çalan hareketli müzikler kullanılmıştır,sonunda yer alan gizemli mesaj ise; ”O2,neler yapabileceğinizi görün” olmuştur.İnsanlar reklamları anımsamamalarına rağmen O2 ile ilgili ne mesaj verildiği konusunda hiçbir fikirleri olmadığını söylemekteydiler(Heath,2013,s.20-21).

 "O2" reklamı:


     Görünüşte son derece uysal görünen bu reklamlar,görevlerini bilinçaltımızı “baştan çıkararak” gerçekleştirirler. Bir reklam ne kadar az dikkat çekici ve yaratıcı ise;bilinç altımız o kadar kolay baştan çıkıyor,aksi takdirde dikkatle analiz edip,antitez üretiyoruz ve üründen uzaklaşıyoruz.
     Reklam genellikle bir şirketin bizleri bir şeyi satın almaya ikna etmek istemesiyle başlar.Sistematik satış etkinliğine yönelik çalışmaların tarihi en az 100 yıla dayanır.On dokuzuncu yüzyılın sonunda St.Elmo Lewis adında bir satışçı şöyle bir formül geliştirmiştir:Dikkat çekin,ilgi uyandırın,istek uyandırın,satışı kapatarak eylemi gerçekleştirin(Heath,2013,s.35-36).Tüm dünyada AİDA(Attention,İnterest,Desire,Action-Dikkat,İlgi,İstek,Eylem) kısaltmasıyla bilinen bu model reklamcılıkla ilgili ilk formel model olarak kabul edilir(Barry&Howard 1990).Geleneksel ikna etme modelinde reklamlar ilgili çekmekte ve bir veya fazla ikna edici mesaj iletilmektedirler.Bu mesajlar markaya dair inanışları değiştirmekte,bu değişim ise tutumları ve dolayısıyla da davranışları değiştirerek markanın satın alınmasını sağlamaktadır.Fakat ünlü bir psikolog Herb Krugman aslında reklamların insanların davranışlarını değiştirmediğini ve dolayısıyla ikna edici olmadığı fikrini ortaya artmış.Onu daha sonra destekleyen istatikçi Andrew Ehrenberg de aynı fikirde olup,insanların reklamları aslında çok umursamadığını reklam endüstrisine aktarmıştır(Heath,2013,s.58).Verilere göre özellikle televizyon reklamlarını tüketmek yerine,bir çok nedenlerden dolayı onlardan kaçınma eğiliminde olduğumuzu ortaya koymaktadır.Zaman ilerledikçe aslında bizlerin reklamlarla ilgienmemesinin nedeni,onlardan yeni ve ilgi çekici herhangi bir şey öğrenmeyeceğimizden emin oluşumuzdur ve reklamlar arttıkça onlardan sıkılmamızdır.Reklamları göz ardı ederek bunların bizi hiç etkilemeyeceğini varsaymaktayız.
   
    Reklamcılığın bizi etkilemesinin en büyük payı tabi ki zihnimize düşüyor.Reklamları işlerken öğrenme ve dikkatin nasıl etkileşime girdiğine odaklanmaktadır(Heath,2013,s.93).Yalnızca dikkatimizi nereye yönelttiğimizi değil belirli bir zamanda ne kadar dikkat sarf ettiğimizi de göz önüne almamız gerekmektedir.Reklamlara hiç dikkat etmesek bile öğrenmemizi sağlayan bir bellek sistemi vardır ve bu sistemin adı “Örtülü Öğrenme’dir”(Heath,2013,s.98).Reklamları zor anımsamamızın ve kolayca unutmamızın nedeni olayları ve nesneleri anımsamak için kullandığımız açık belleğimizin son derece sınırlı olmasıdır.Fakat aynı zamanda bitip tükenmez ve son derece dayanıklı örtülü bir belleğe sahibiz ve bu örtülü bellek örtülü öğrenme tarafından beslenerek algıladığımız her şeyi depolar(Heath,2013,s.100).Robert Heath’e göre örtülü öğrenmenin reklamları işleme ve bilgileri saklama sürecimizde en büyük yer tutuyor.Rahat ve pasif izlenen reklamlar,heyecanlı ve aktif izlenen reklamlara göre daha çok şey öğretiyor.Enteresan olan,sesli bir mesaj ilgisiz bir görüntü ile verildiğinde, ilgili bir görüntü ile gösterildiği duruma göre daha fazla öğreniliyormuş.Sebebi de ilgisiz görüntü mesajda dikkat dağınıklığına sebep oluyormuş ve mesaja karşı direnci düşürüyormuş.Reklamcılar dikkatimizi çekmeye çalışırken ortaya çıkan sorunlara odaklanmaktadırlar.Buradaki sorun reklamlara ne kadar dikkat gösterirsek verdikleri mesajla o kadar fazla mücadele etmemiz ve bunu daha az ikna edici bulmaya başlamamızdır.Daha sorunlu bir başka özellik ise zihinlerimizin çok fazla dolmasını engelleme için algısal filtreleme adı verilen bir mekanizmaya sahip olmamızdır.Yani bir reklamdan herhangi bir şey öğrenmeyeceğimizi düşünmemiz durumunda hoşumuza giden parçaları alırken hoşumuza gitmeyenleri reddedecek olmamızdır.(Heath,2013,s.141)    

"British Airways" reklamı: 


    Duygu ve his kelimeleri çoğumuz için aynı anlam ifade etmektedir,bizi duygusallaştıran hislerimizdir.Psikolojide ise genellikle bunun tam tersinin geçerli olduğu düşünülür:Duygusal tepkiler hislerimizi oluşturan şeylerdir.Neden duygulara sahibiz?Her şeyden önce hayatta kalmamız için son derece önemli unsurlardır.Duygularımız var olmasaydı biz de var olmazdık.Duygular ve hisler arasındaki farkı herkesten daha iyi bilebilecek kişi Antonio Damasio’dur.Duyguların yalnızca bedenimizin sağlığı için değil,toplumun sağlığı açısından da önemli olduğunu ileri sürer(Heath,2013,s.159).Başkalarının duygularını gözlemle konusunda son derece hassasızdır ve bazen karşımızdaki kendisi bile fark etmeden ifadesinden nasıl hissettiğini anlayabiliriz.Bu gözlem becerisi davranışlarımızı düzenlemek açısından büyük önem taşır.Duygusal içeriğin dikkat seviyesinde %20lik bir düşüşe sebep olduğu yazılmış bu iyi bir şey çünkü içeriğin işlenmesi, filtreleme ve karşı sav ile negatif etkilenmiyor ve satışlar daha başarılı oluyor. İnsanlar odada yalnız değillerse reklamı daha fazla göz ardı ediyorlarmış, geç saatte odayı terk edemeyecek kadar yorgunlarsa da reklamı seyretmeyi tercih ediyorlarmış.Zihnin bedenden ayrı bir varlık olmadığı gibi zihni yaratanın da beden olduğunu ileri sürüyor ve duyguların insanın karar almasında nasıl etkili rol oynadığını anlatıyor.Heath’e göre  düşündüğümüzden çok daha fazlasını algılayabiliriz ve bu aynı zamanda reklam başta olmak üzere bazı iletişim biçimleri karşısındaki zaafımızı da açıklayan bir durumdur(Heath,2013,s.174).

"Levi's" reklamı:


    Davranışlarımızın reklamlarda yer alan duygulardan nasıl etkilendiğinizi anlayabilmemiz için öncellikle kararlarımızı nasıl aldığımızı anlamamız gerekir.Duygularımızın etkisi o kadar fazladır ki duygularımızın onaylamadığı hiçbir kararı veremeyiz.Eğer bir kararla ilgili düşünecek zamanımız yoksa duygularımız bunu sezgisel olarak bizim yerimize yapar.Bu da reklamlarda kullanılan duyguların kararlarımız üzerinde sanılandan çok daha fazla etkili olduğunu ortaya koyar(Heath,2013,s.240).Psikolojik olarak insanı zorlayan aşırı fazla seçenek olduğu için karar vermek de o kadar zor gelmektedir.Reklamların yeni ürünlere yönlendirme ne kadardır bilinmez fakat bazılarımız için markalar gibi cansız nesnelere sevgi gibi duygular beslediğimiz göz önündedir.Örneğin erkeklerin arabalara duyduğu aşırı yakınlık.Herşey duygusal meta ile başladığından markayla ilgili hissettiklerimiz, ilişkilendirilen duygusal değerler ile ilgili.Olumlu duygusal içerikten hoşlanırız ve hoşlandığımız şeye güven duyarız.Reklamlara dikkat ettiğimiz durumlarda, vermek istediği mesaja karşı tez oluştururuz. Ne kadar hoşlanır ve güvenirsek o kadar az karşı tez oluştururuz.Gelelim vücut dilimizin karar vermemizdeki etkisine,Robert Heath’e göre her şey duygusal bir meta iletişim içeriğiyle başlar.Bu reklam boyunca mevcut olan ve markayla ilgili hislerimizi etkileyen bir duygu olabileceği gibi reklamın bir bölümüne iliştirilmiş ve markayla ilişkilenen duygusal değerler de olabilir.Dolayısıyla birbirine benzer iki marka arasında tercih yapmamız gerektiğinde daha çok hoşumuza gideni seçiyor olacağız(Heath,2013,s.257).

"Dove self-esteem" reklamı:

    
     Bir reklamın bilinçaltımızı baştan çıkardığının farkına varmak kolay değildir.Reklamların bilinçaltımızı baştan çıkardığını anlamanın bir yolu açıkgözlü olmaktır.Kendinizi bir markayı nedensiz yere beğenir ya da tercih ederken bulduğunuzda sizi etkileyenin ne olabileceğini anlamaya çalışın(Heath,2012,s.303).Reklamlar hayatımızın bir parçası olmuş ama sandığımızdan çok daha fazla itilmiş bilgiyle bilinçaltımızı donatıyoruz.Farkında olmadan her türlü dış uyarandan da fazla etkileniriz.Sürekli yeni markalar,markaların yeni ürünleri ve bu ürünlerin yeni reklamları ortaya çıkmaktadır.Bu reklamlardan bizim ne kadar yarar ya da zarar görmemiz çok önemlidir.

"Heineken" reklamı:


  

  Robert Heath bir çok vaka ve deneylerle,reklam örneklerini inceleyerek bilinçaltımızda ne gibi etkiler yaratdığını ve bu etkilerden doğan davranışları ortaya koymaktadır.Bu kitap sayesinde birçok insanın bilinçaltını baştan çıkaran reklamcılık yöntemleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olacağını düşünüyorum.Reklamların kararlarımızı üzerinde bilinçaltı ya da bilinçli biçimde nasıl etkili olabildiğini bilmek önemlidir bence. 

18.11.13

Kaçırdım.

Yıldızları sayardık ya hani beraber,ellerimizle çizerdik gökyüzündeki şekilleri,o an yıldızlar umrumda değildi ki benim,elimden tutuşunun heyecanını yaşıyordum ve hep elimi böyle sımsıkı tutacak mısın diye düşüne dururdum.Gecenin sessizliğinde nefes alışını dinlerdim,bir de sarıldığımda kalp atışların eklenirdi müziğe,bir şarkıyı canlı dinlermişcesine huzura kavuşurdum.Hava serindi,ara sıra rüzgar eser ve senin saçların karışırdı,isyan edermişcesine.Gözlerini sakin bir şekilde açar,saçlarını ellerinle geriye doğru tarardın,bunu izlemeyi öyle çok severdim ki,saçların yüzüne döküldüğünde sana dokunmaktan korkardım.Karanlık hüzün getirirdi bana,sanki sabah olacak ve senin kokunu bir daha asla bulamayacağım diye çok söverdim geceyi.Kendimi unuturdum hep,seyretmek istiyordum seni sessizce,severek.

Fazla mı duygularım coşmuştu acaba?Çok mu sevgiden bahsetmiştik?Ne olmuştu bana?Ah şu belirsiz sorular,çürütüyorlar beynimi.Kurtulacağım hepsinden,atacağım kafamdan bu saçmalıkları.




Ben sana "Gel." dememiştim eminim,sen zaten hiç gelmemiştin ki.Hep uzakta bir yerdeydin,mesafeler bataklığındaydın,zaman seni alıyordu benden gizlice.Bitiyordum sanki,üzülmüyordum ama dünyadan kopuyordum.




Sanırım fazla abartmışım,içkiyi değil be deli,sevgiyi.

Belki de kendimi kaçırmıştım.

Yoksa hepsi hayal miydi?!
     
    

13.9.13

Zamanın ritmi.




Saklı bir şey vardır her insanın içinde,
Biliyor musun arkadaş, ne olduğunu onun?
Dayanandır o, bir milyon yıldır darbelere
Ve sonuna dek de dayanacak olan.
Önce doğdu o, takvimlerden,
Ve büyüdü ötesinde yaşamın,
Kesti zehirli sarmaşıklarını şeytanın
Bir bıçak gibi, dehşetli yangın.
Oydu harlayan ateşleri, yokluğunda ateşin
Ve tutuşturdu aklını insanın,
Su vererek çeliğine kurşunlanmış yüreklerin,
Başladığı andan beri zamanın
Süzüldü sularından Babil'in,
Kayıplardayken herkes,
Haykırdı kıvranarak ıstırapla,
Ve gerildi kanayarak çarmıha.
Aslan ve kılıçla öldü Roma'da,
Küstah, zalim düzende,
Ölümcül kelime Spartaküs olduğunda,
Appian Yolu boyunca.
Yürüdü Wat Tyler'in yoksullarıyla,
Korku saldı efendiye ve krala,
Süslenmişti onların ölümcül bakışlarıyla,
Hep yaşayan bir şeymişçesine.
Gülümsedi kutsal masumiyette,
Geçmişin conquistador'larından evvel,
Mütevazı, uysal ve bihaber,
Altının ölümcül kuvvetinden.
Taştı hazin Paris sokaklarından geleceğe,
Ve bastı köhne Bastille'i,
Yürüdü üzerine engereğin başının,
Ve parçaladı onu, altında topuklarının.

Düştü kan içinde, Bufalo Çayırları'nda,
Ve açlıktan öldü yağmur aylarıyla,
Gömüldü kalbi Yaralı Diz'e,
Ama gelecek yine, yeniden doğmaya.
Çınladı haykırışları Kerry gölleri boyunca,
Diz çökmüşken toprağın üzerinde,
Ve düştü bir muhteşem direnişte,
Vurduklarında onu soğukkanlılıkla.
O her umut ışığında vardır,
Ne mesafe tanır, ne de sınır,
Doğmuştur kızılda ve karada ve beyazda,
Orada tüm ulusların içinde.
Yatar ölmüş kahramanların kalplerinde,
Haykırır tiranların gözlerinde,
Yetişmiştir yüksek doruklarına dağların,
Ve gelir oturmaya göklerin karşısında.
O aydınlatır, bu hapishane hücresini,
O çakar, şimşek gibi kudretini,
O, "yıldırılamaz düşünce"dir arkadaşım,
Ve o düşünce der ki: "Ben haklıyım!"


(Bobby Sands,Long Kesh Cezaevi Kompleksi, H-Blok)

26.5.13

"Yalnız Gezerin Düşleri."



"İşte, yeryüzünde yalnızım; kendimle baş başayım; artık ne kardeşim var, ne bir benzerim, ne dostum ne de ait olduğum bir toplum. İnsanların en şefkatlisi, en cana yakını, bu insanlar arasından sözbirliği ile dışlandı. Bunlar, olanca kinleriyle hassas ruhuma hangi azabın daha çok dokunabileceğini araştırıp beni kendilerine bağlayan bağları kesip attılar. Onları istemedikleri halde sevebilecektim. Sevgimden ancak insan olmaktan çıkma yoluyla kurtuldular. Mademki öyle istediler, şimdi benim için yabancı, meçhul ve hiçtirler! Fakat onlardan ve her şeyden kopartılan ben neyim?"


"Hayatın çalkantısına ta çocukluğunda atılmış olan ben,bu dünyada yaşamak için yaratılmamış olduğumu ve gönlümün arzuladığı duruma asla gelemeyeceğimi deneyimlerle erkenden öğrendim. Orada bulunamayacağını hissettiğim mutluluğu insanlar arasında aramaktan vazgeçen ateşli hayal gücüm,değişmezcesine durabileceğim rahat bir konuma konmak için,henüz yeni başlamış olan yaşamımın mesafelerini,bana yabancı gelen bir toprağın üzerinden atlar gibi atladı.
Küçüklüğümden başlayarak eğitimin ve daha sonraları yaşamımı dolduran yıkımların güçlendirdiği bu duygu,her zaman beni,varlığımın ne olup ne olmadığını ve amacını araştırmaya,herkesten çok yöneltmiştir. Birçok insan gördüm ki benden çok daha bilgince felsefe yaparlardı;ama felsefeleri sanki kendilerine yabancıydı.Herkesten daha bilgin olmak istedikleri için,nasıl kurulduğunu anlamak amacıyla dünyayı incelerlerdi;ama bu kazayla rastladıkları bir makineyi gözden geçirmek merakından başka bir şey değildi.İnsanın yaratılışını öğrenmeye çalışıyorlarsa,bunun nedeni,ondan bilgince söz edebilmek içindi;yoksa kendilerini anlayabilmek için değil, Birçokları,iyi kabul edilsin de ne olursa olsun diye kitap yazmak sevdasındaydılar;kendilerini aydınlatmak için değil,başkalarına öğretmek için çalışıyorlardı. Kitapları yayımlandıktan sonra da eleştirilirlerse ,başkalarınca kabul edilmesini ya da ne kendilerine pay çıkarmayı ,ne de doğru olup olmadığını düşünmeksizin bu eleştirileri çürütmek amacı dışında,kitaplarının içindekilerle artık ilgilenmez olurlardı. Bense,öğrenmeyi başkalarına öğretmek için değil,kendimi bilmek için istedim;insanlar arasında yaşarken öğrendiklerimden hiçbiri yoktur ki ömrümün sonuna dek yaşamaya yargı giyeceğim bir adada dahi heves etmeyeceğim bir şey olsun. Yapmak istediğimiz şeyler en çok inanmamız gerekenlere bağlıdır;doğanın asıl gereksinmeleriyle ilgili olmayan konuların tümünde de davranışlarımıza egemen olan,düşüncelerimizdir. Yaşamımı nasıl yöneteceğimi her zaman benimsediğim bu kurala dayanarak düşünürken,yaşamın amacını ve anlamını araştırarak yeryüzünde becerikli olamamamın avuntusunu,bu amacı anlamaktan vazgeçmek gerektiği düşüncesinde buldum."



" 'Durmadan öğrenerek yaşlanıyorum.'

Solon bu dizeyi,yaşlılığında sık sık yinelerdi. Onun,yaşlılığımda da kendime uygulayabileceğim bir anlamı var;ama yaşamın bana yirmi yılda edindirdiği deneyim ve bilgi,pek üzüntü verici;bilisizliği yeğlerim. Mutsuzluk,kuşkusuz en büyük öğretmendir;anca bu öğretmen,dersini pek pahalıya satar ve yararı da ona ödenene değmez. Bundan başka,böyle geciken ibretten yararlanma fırsatı da geçmiş olur. Gençlik,bilgeliği öğrenme; yaşlılık da uygulama dönemidir.İtiraf ederim ki,deneyim her zaman bir şeyler öğretir ama daha yaşayacağımız süre,zamanla ölçülüdür. Ölme zamanı gelince nasıl yaşamak gerektiğini anlamanın değeri var mıdır?"



"Yeryüzünde benim için her şey bitti.Artık bana burada ne iyilik edebilirler,ne de kötülük.Bu dünyada umacağım ya da korkacağım şey kalmadı;uçurumun dibinde rahatım,mutsuz bir ölümlü ve Tanrı'nın kendisi gibi duygusuz."




"Yaşamak için doğmuştum,yaşamadan ölüyorum..."

18.5.13

O'nunla dialoq.

 Allah ilə anadan olduğumda tanış olmuşam,deyilənə görə.Müsəlman olaraq gəlmişəm,ailəme görə.Allaha aid imiş bədənim,eşitdiyimə görə.Bəs mənə görə?
 Sualın dəqiq cəvabını bilmirəm,çünki onunla heç tanış olmamışam,hətta onu tanımağa çalışarkən,ondan nifrət etmişəm.Həyatım boyunca demişəm ki,din,inanc həmişə bir insanın içində olmalıdır,bəli,mənim inancım heç kimi maraqlandırmamalıdır.Bu yazını yazmağımın səbəbi isə başqadır.Sadəcə görülməyən dialoqlardan bir dənəsidir.

Balacalıqdan ətrafımdaki insanlardan ağzıma yapışan sözlər "İnşAllah,Allah qoysa,Allah rəhmət eləsin,Allah köməyin olsun" və sairə.Nə qəribədir ki,həyatım boyunca dua eləməmişəm,əllərimi göyə açıb,yalvarmamışam.Həyatım boyunca dedim amma bəlkə də yalan demiş oldum,çünki balaca olduğum vaxt oyuncaq alınması üçün dua eləmiş ola bilərəm,ya da atamın uzaqlara getməməsi üçün yalvarmış ola bilərəm.20 yaşım var və bu yaşıma qədər Allaha sadəcə bir şeyə görə dəhşətli dərəcədə,vəhşi istəklə,ancaq bir şeyə görə yalvarmışam,məni öldürsün deyə.Gecələr ağlayıb,"Allahım nolar öldür məni,bezmişəm." kimi sözlər çox işlədmişəm.Belə bir sual yaranır ki,"Allaha inanmırsansa,niyə ona yalvarırsan?get özünü öldür." Bunun da bir cəvabı var,mənə görə tək sözlə,ailəm.Onların həyatları boyunca yaşadıqları şeyi mən görmüşəm,mənim onları tərk etməyim,onlara bir zərbə də məndən olacaq,bunu eləməyə nə cəsarətim var nə də ki gücüm...

Allahla dialoqum olub,"məni öldür" demişəm,o isə məni anlamayıb,insanlar kimi,o da məni vecinə almayıb,unudub,susub,sevməyib.

Belə bir mahnı,həyat ve ölüm arasındaki o körpüyə keçmək üçündür.


Yalnızlığı anla - Kazım Koyuncu.

27.3.13

"Sana gül bahçesi vadetmedim."

"...bak,dinle beni.
sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben.
hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim.
ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim.
sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim.
sana sunduğum tek gerçeklik savaşım.
ve sağlıklı olmak,gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir.
ben yalan şeyleri vadetmem hiç.
kusursuz güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır.
üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur!"


(Joanne Greenberg)

2.2.13

Boş bir yazı.



Aslında doluyum ama içimde boşluk var her zamanki gibi...




Sadece zamanı geldiğinde ne kadar aptal olduğumu anlamak için yazıyorum bu yazıları.Bir gün içimdeki boşluk dolduğunda bunları okuyup ne kadar da saçma bir insan olduğumu anlamak için...



Denizin ortasında yüzünde gülümsemeyle uzanmışken dalganın aniden seni boğması gibi,güneşin sıcağında soğuk suyu yudumlarken karın aniden yağıp seni üşütmesi gibi,en sevdiğin şarkıyı dinlerken hayatındaki tüm şarkıların telefonundan silinmesi gibi,eski fotoğraflara bakıp anılar canlanırken gözünün önünde,tüm fotoğrafların uçup gitmesi gibi,film izlerken dünyada film izlenmesinin yasaklanması gibi,hayallerinin ve hedeflerinin hiç birisi gerçekleşmemesi gibi,umudun kaybolması gibi,ne boka yaradığını anlamamak gibi,hayat varken aslında yaşamamak gibi...



Düşüncelerim ve duygularım düelloya çıkmış,yaralılar,parçalanmışlar ama hala mecbur oldukları için sürünüyorlar...



Herkes bir adım öndeyken ben hep bir adım gerideydim,kendimi ezdim,hayatımı mahvettim,hayatı anlamaya çalışırken onun içinde kayboldukça kendimi kaybettim.Anlamsızlaştı benim için hayat,ne hayallerim ne de hedeflerim kaldı,hepsi uçup gitti sanki...






Boş bir dünya...






Boş bir hayat...






Boş bir insan...






Boş bir yazı...






Boşluğu doldurmaya veya boşluğun dibini bulmaya çalışmayın,kaybolursunuz.



15.1.13

özgürlüğün bir kısmı.

Malcolm X demiş ki: "Kimse sana özgürlük veremez.Kimse sana eşitlik veya adalet veya başka bir şey veremez.Eğer adamsan,sen alırsın!"
  


Herkesin özgür olma hakkı var,herkes özgür olmak istiyor,herkes istediğini yapmak,istediği şeyi elde etmek istiyor,herkes özgürlüğü arıyor.Bazıları özgürlüğü bulmuş bir kuş ama kanadı kırıldığı için uçamayanlardan.Bu özgürlük değil,özgürlük önünde hiç bir engel olmadan uçabilmek,istediğini yapa bilmektir.Bin bir çeşit özgürlük anlayışı var bence.

Sözlükte "özgürlük" kelimesinin anlamı şöyledir:"Herhangi bir kısıtlamaya,zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme ya da davranma,herhangi bir koşula bağlı olmama durumu,serbesti."

Özgürlük biraz da hissetmektir bence,özgür olduğunu hissedersin.Karanlık,dört duvar arasında kendini kapatırsın,yıllar sonra dışarı çıkarsın,ilk önce korku hissine kapılırsın ama hislerine güvenip,özgürlüğü hissetmeye başlarsın.Güneşin yüzüne vurduğu ışık,rüzgarın hafifçe saçını hareketlendirmesi,havayı koklarsın,açarsın ellerini,gökyüzüne gözleri kapalı bakarsın,gülümsersin,yaşadığını anlarsın ve işte o zaman özgürlüğü hissedersin.

Aslında özgürlük hakkında söylenecek çok şey var,ben hiç yaşamadım,hep bir koşula bağlı olarak yaşadım şimdiye kadar.Özgür doğmadım,doğurdular,özgür yaşamadım,yaşatıyorlar ve özgür ölmeyeceğim,öldürecekler.Peki özgürlüğü ne zaman bulacağım?Hissettiğimde,gerçekten özgür olduğuma inandığımda,özgürlüğün her harfini birer birer yaşadığımda kendimi uçan bir kuş gibi hissedeceğim.

Özgür olmak ne kazandırır,ne kaybettirir hayatımıza bağlı.Zaten her gün bir şeyler kazanıp hep elimizden de bir şeylerin uçup gitmesine sebep oluyoruz.Her şey bizim elimizde mi diye düşünüyorum ama cevap bulamıyorum.Belki de her şey başkasının elinde,biz sadece kuklayız...Uzun lafın kısası,hayatınızı istediğiniz gibi yaşamaya mecbursunuz.Özgür olmak isteyin,olmaya çalışın ve olun,olamıyorsanız da kendinizi buna inandırın...




"Bir insan özgürlüğe doğru dürüst önem verdiğinde,güneşin altında,o özgürlüğü elde etmek için yapmayacağı hiçbir şey yoktur.Ne zaman birinin özgürlük istediğini söylediğini duyduğunuzda,ama sonraki nefesinde onu almak için ne yapmayacağını veya onu almak yolunda yapılmasına inanmadıklarını anlatacaksa,o kişi özgürlüğe inanmıyordur.Özgürlüğe inanan bir adam özgürlüğünü elde etmek veya onu muhafaza etmek için güneşin altında her şeyi yapacaktır." (Malcolm X)