30.11.14

"Yüzyılı Anlamak"

   
   Tarih şüphesiz kolay geçiştirilebilecek bir olgu değildir. Bir çok değişkenin bir araya geldiği, farklı bakış açıları ile farklı anlamlar kazanabilecek çok geniş nitelikli bir olgudur. Dan Diner bu kitabının odağında, özellikle 20. yüzyılın ilk yarısının olayları var. 20. yüzyılın siyasi tarihini baştan aşağı tarıyor. Bununla da yetinmeyip 20. Yüzyılda meydana gelen bu olayları oluşturan süreçleri de ele almayı ihmal etmiyor. 1. Dünya savaşının ortaya çıkardığı yıkımları, nasyonal sosyalizmin yarattığı dehşeti, Ekim Devrimi ile yıllardan beri mücadelesi verilen bir ideolojini vücut bulmasını, Soğuk Savaş dönemini ve bu önemli olayların ön hazırlığını yapan olayları da ele almayı ihmal etmiyor. Adeta filmi geriye sarıp ve en tehlikeli sahneleri ağır çekimde oynatır gibi tarihi ele alıyor. Ve tarihi ele alırken her tarihçinin yapması gereken tarafsız bakışı profesyonelce koruyor.
Bir çağa damgasını vuracağı hissedilen olayların ağırlığı, bilinçleri bir anda tarihi sıfatı kazanan zamanı dönemlendirerek ölçmeye zorladı. Düalizm değişik kalıplar içerisinde yüzyıl boyunca sürdürdü varlığını: Özgürlük ve Eşitlik, Bolşevizm ve Antibolşevizm, Kapitalizm ve Komünizm, Doğu ve Batı. Tarih ucu açık bir süreçtir. 
  Sürecin geleceğe doğru açık oluşu çoktan geçmişte kalmış hadiselere dahi etki eder; aradan geçen zamanın ardından tekrar dönüp bakıldığında bu hadiseler de değişirler. Anlaşılan odur ki tarihsel coğrafyaların geri dönüşü hafızalarda tarihsel zamanların geri dönüşüne davetiye çıkarmaktadır. Yüzyılın tarihsel resmini çizecek tarihsel temaların seçimine bu çakışmanın niteliği kılavuzluk eder. 19. yüzyıl siyasi tarihine ait eğilimler çağların ötesinde de izlenebilir ve devam eden geçerlilikleri teyit edebilir. Yüzyıl iki yarıya ayrılabilir: Birinci yarı, onun nihai tarihi çehresini de belirleyecek olan felaketler yarısıdır, ikinci ise en azından hakim medeniyet olan Batı için refah ve sosyal yardımlaşmanın damgasını vurduğu yarıdır.
   İç savaşlara refakat eden eden inançlar, dünya görüşleri ve değerler çatışması şiddeti haklı kılabilir ve ateşini daha da körükleyebilir ama şiddetin yoğunluğunun asıl sebebi tarafların ödün vermeye imkan vermeyen pozisyonlardır. Karşı tarafı siyasetten yok etme hedefi frensiz bir radikalizmi de beraberinde getirir ve bu özelliğiyle iç savaşı devletlerarası bir savaştan belirleyici biçimde farklı kılar. Kıta Avrupası devrimlerinin her biri geleceğe farklı bir vizyon yansıtırken Amerikan ütopyası kendisine bugün içerisinde sağlam bir yer edinmiştir. Amerika’da önemli olan öncelikle bireysel mutluluk vaat eden kurumların tesis edilmesiyken Avrupa’daki devrimler geçmişi Fransız İhtilali’nden sonra ihtilal öncesi düzeni yıkmak zorundaydılar. Amerika’nın durumu daha iyiydi: Bir geçmişi olsa da tarihi yoktu.

  1830’da Paris’te patlak veren Temmuz Devrimi’nin ekimde Polonya İsyanı’nın yolunu açması ve 1848 Paris Devrimi’nin daha Doğu’da mutasyona uğrayacak bir ‘’Uluslar Bahar’’ına dönüşmesi hiç de hayret uyandıracak gelişmeler değildi. Ayaklanan halklar ve milletlerin kendi devletlerini kurma istekleri büyük güçlerin arasındaki rekabeti kızıştırdı ve denge örgüsünü zedeledi. Doğu sorunu sadece Avrupa’nın denge ve emniyet sistemini gitgide daha fazla sarsmakla kalmıyor, aynı zamanda Viyana Barışı ile bağlantılı kurumsal ve sosyal değer yargılarının da altını oyuyordu. Dünya Savaşı, Balkan Yarımadası’nda olan bitenler tarafından tetiklenmiş olsa da savaşı yaratan şartlar çok daha büyük bir çeşitlilik arz ediyordu. Seferberliğin siyasi ve lojistik mekaniği daha da karmaşık hale gelmiş ve ittifakların anlık örgülerinden kaynaklanan öngörülemezliklerle iç içe geçmişti.
  Dünya Savaşını iç savaş kategorisi içerisinde yeterli biçimde kavramak mümkün müdür? Büyük Savaş’ta olan bitenler göz önüne alındığında böylesi bir kategorizasyonla ilgili ciddi tereddütler oluşacaktır. Olağandışı şiddet dinamiğine rağmen, tek doğrunun sahibi olma iddiasındaki iki kamp arasında oluşmuş bir düşmanlıktan söz etmek mümkün değildir. Mezhep savaşları, Fransız İhtilalini takip eden savaşlar veya Amerikan İç Savaşı gibi belirleyici vasfı karşıt değerlerin, fikirlerine dünya görüşlerinin kavgası olan bir savaş değildi bu savaş. Siyasi zihniyetlerin kültür tarihi açısından yapılacak bir yorumu Dünya Savaşını belki bir fikir mücadelesi olarak niteleyebilir ama böyle bir yorum gerçeklikten ziyade savaş alanında birbirine girmiş ulusların taşkın öz algılarına tekabül edecektir.
Almanya için Dünya Savaşı, saygınlığını yitirmiş bir dünyanın nefret edilen düşman İngiltere ile özdeşleştirilmiş temayüllerinden, metafizik olan her şeye muhalif bir materyalizmden, takas, ticaret ve para kazanmanın hakir görülmeyi hak eden dünyasından kurtulmak için verilen bir mücadele halini aldı. Almanya dünyayı değiştirmek istiyordu, İngiltere ise olduğu gibi korumak; son kertede geçmiş ve geleceğin kozlarını paylaştığı bir mücadeleydi bu. Gerçektende bu kavgada değişik zamanlarda bağlantılı olarak karşı karşıya geldiler. Bu açıdan bakıldığında Birinci Dünya Savaşı Avrupa kültürlerinin savaşı olarak yorumlanabilir.
 Makineler insanları eşitler. Hukuksal eşitliğin oluşması da 19. yüzyıldaki sanayileşme süreciyle at başı gitmişti. Fakat bu dönemde eşitlik çembere alınmış ve geleneksel meşruiyetlerin siyasi prangalarıyla zincirlenmişti. Gerçekliğin toplumcu gözle yapılacak bir yorumuna göre, aydınlanmayla bağlantılı ve geç 18. yüzyıl devrimlerinden kaynaklanan iki kavram 20. yüzyılda karşı karşıya gelmişti: Özgürlük ve Eşitlik. Başlangıçta sadece kanunlar önünde eşitlik şeklinde anlaşılan eşitlik ilkesi giderek özgürlüğün anatomisi halini aldı çünkü bu iki kavram 19. yüzyılın ilk üçte birlik bölümünde Fransız İhtilali’nin radikal eğilimlerini takip ederek birbirine zıt toplumsal anlamlar yüklediler.
  19. yüzyılda kültürel coğrafya açısından İngiltere ile Rusya veya Fransa ile Rusya karşı karşıyaydılar. Bu düalizm 20. yüzyılda, bir tarafta özgürlüğün diğer tarafta harfiyen eşitliğin güçlerinin karşı karşıya geldiği, siyasi karakteri daha belirgin ve ideolojik misyonlar yüklenmiş bir çatışma yerini bıraktı ve iyice keskin hatlar kazandı. Almanya ile İtalya arasında İspanyol İç Savaşı’ndan doğan ittifakın arkasında yatan, her şeyden önce dış politika hesaplarıydı. Faşist bloğun oluşması Etiyopya macerası neticesinde İtalya’nın dış politika ve ittifak siyasetleri alanında karşı karşıya kaldığı zorlukların bir sonucuydu.
  Simgesel bir hadise, bir ikona haline gelen İspanya İç Savaşı, dünya çapında bir sınıf ve ideoloji savaşı söyleminin yerleşmesine hiç de azımsanmayacak ölçüde katkı yapmıştır. Burada romantik etkisi etkisi, konu ettiği malzemenin öneminin çok daha ötesine varan bir söylem söz konusudur. Bu söylem İspanya’da olan bitenin ittifak ve güvenlik politikaları boyutunun Avrupa devletlerinin dünyasına nasıl bir etkisi olduğuna hiç aldırmaz.
  Devrimin kaynağı savaştı ve söz konusu olan sadece Rus Devrimi de değildi. Dünya Savaşı Kızıl Ekim’i takip eden bütün kalkışmaların da babasıydı. Dünya Savaşı olmadan devrim de olmayacaktı. Yabancıların Beyazları yani karşıdevrimci Rusları desteklemek amacıyla Rusya’nın iç işlerine karışması, Kızıllar yani Bolşevikler açısından vatan davasına sahip çıkan taraf konumuna yerleşmek gibi gayet elverişli bir sonuç doğurdu. Yani Ekim Devrimi sosyal devrimci bir isyandan çok tarafları yiyip bitiren sonu gelmez bir güç kavgasının neticesindeydi, askeri bitaplığın ve sosyal tükenişin ifadesi ve her şeyden evvel Rusya’nın İttifak Devletleri karşısındaki yenilgisi olarak kendini gösteren güçsüzlüğünün sonucuydu.

  Oluşmakta olan uluslar arası iç savaş örgüsünün cephe çizgilerinin, Orta ve Doğu-Orta Avrupa’daki yeni ulus devletlerin hükümranlık bölgelerinin şekillendirilmesinde geniş kapsamlı etkileri olacaktı. Bolşeviklerin Macaristan’da ve keza bir yıl sonra Polonya’da dünya devrimi fikrine değil de Rus İç Savaşı’nın taleplerine öncelik vermelerinin ardında yatan hesap, Antant ve müttefiklerini çok fazla sıkıştırmama düşüncesinden de kaynaklanmış olabilir. Polonya ulus-devletinin konturları, emperyal Rusya’yla arasına sarih olarak koyduğu mesafeyle kesinleştikçe Doğu’daki komşuyu iyi tanıyan komünistler Sovyetler’i Polonya’ya karşı saldırgan bir strateji izlemekten vazgeçirmeye çalıştılar. Almanya ve Sovyetler Birliği arasındaki iki savaş arasındaki dönemin tümünü kapsayan Gizli bir tehlikesi olduğu sanılan askeri ve ekonomik ilişkilerin de başlangıcı Polonya-Sovyet Savaşı’nda bulabiliriz.
  Sağlam geleneksel temeller sadece İkinci Dünya Savaşı’ndan Soğuk Savaş’a geçiş döneminde ortaya çıkmakla kalmayacak, komşularının Polonya’yla olan ilişkilerinin arka planını da oluşturacaktı. Polonya’ya duyulan husumet 1920 yılından beri Alman-Sovyet yakınlaşmasının çıkış noktası olduğu gibi aynı zamanda ilişkilerin üzerine bina edildiği esası oluşturuyordu.
  İngiltere ile Kıta Avrupası’ndaki devlet yapılanmaları arasındaki farklar üzerinde fazlasıyla düşünülmüş ve şu soru hep ön planda olmuştur: Büyük Britanya’yı, otuzlu yıllarda diğer ülkeleri pençesine alan ve bazılarını da dibe çeken sarsıntılardan, hangi gelenek ve kurumlar korudu? Kadim geçmişe kadar uzanan gelenekler, değişik siyasi örgüler ve ciddi farklılıklar gösteren çıkış noktaları bahis konusu olmuştur burada. İngiliz demokrasisinin kurumları birtakım iniş çıkışlar yaşamalarına rağmen, pür hiddet gelen krizin şiddetine dayanabildiler. Buna karşın ekonomik kriz Almanya’da, parlamentoya bağlı yürütme, demokrasi ve cumhuriyetin ancak on sene evvel vücuda getirilmiş kurumlarını felakete sürükledi.
   İngiliz sendikaları ılımlı tutumlarıyla başarı kazandılar. Ekmeğini çalışarak kazananların, özellikle de sendika üyesi olanların hayat standartları tedricen yükseldi. Diğer taraftan bu başarı sendikaları, ılımlı fakat ısrarlı bir tutumla edilen kazanımları korumayı ve geliştirmeyi bilecek insanları yönetim kademelerine yerleştirmeye itti. 1930’lu yılların başında iki taraflı bir krizin sarstığı İngiltere’yi daha büyük belalardan koruyan herhalde uzlaşmanın ölçülü siyasi kültürü ve keza siyaset arenasında aristokrat öğeleri kollayan çoğunlukçu seçim sistemiydi.
  Büyük Buhranın Fransa’daki etkileri Almanya ve İngiltere’dekinden farklıydı. Kıta geleneğinde bir devlet yapılanması olarak burada da siyaset kutuplaşmaya meyilliydi. Bütün bunlara rağmen Fransa da Büyük Ekonomik Buhranın etkilerinden kurtaramadı kendisini. Ama depresyon nispeten geç ve tedricen sahne aldı ve keskin bir krizden ziyade bir durgunluğa neden oldu. Bunun nedeni muhtemelen ülkenin kredi kullanımının kriz öncesinde de belirli sınırlar içerisinde kalmış olmasında yatar.
Fransa’yla karşılaştırıldığında Almanya’da eksik olan, radikal cumhuriyetçi, sosyal muhafazakar bir partinin varlığıydı. Devlet ve hükümet nizamını ve keza cumhuriyetin demokratik ve parlamenter kurumlarını savunmak aslına bakılırsa hep sosyal demokratlara havale edilmiş bir vazifeydi. Ama SDP hep sosyal-reformist bir parti olarak kaldı, üstüne üstlük radikal sosyalist bir söylem kullanmaya da özel bir gayret gösteriyordu.
   Almanya’dan farklı olarak İngiltere ve Fransa Büyük Ekonomik Buhran’ı parlamenter demokratik rejimlerini koruyarak atlatabildiler. Bu arada Avrupa’da sadece savaşa parlamenter demokrasi olarak giren devlet yapılanmalarının ekonomik sarsıntılarını işleyen demokrasiler olarak atlatabilmeleri dikkat çekicidir. Diğer bütün devlet yapılanmaları iki savaş arasındaki dönemde otoriter, diktatoryal ve faşist yapılanmalara dönüşmüşlerdi.
  Almanya’nın çok özel türden bir diktatörlüğe dönüşmesinin sadece iki savaş arasındaki dönemde otoriter rejimlerle idare edilmiş Litvanya, Polonya veya Macaristan gibi diğer ülkelere işaret ederek kafalarda halledilmesi mümkün değildir. Wilhelminizmin şekillendirdiği insanlar için artık Almanya başka bir ülkeydi. Sanki imparatorluk bütün geleneksel bağlarından kopmuş, bir krizden diğerine sürükleniyordu. Nihayetinde nasyonalsosyalistlerin iktidarı ele geçirmeleri hemen savaştan sonra değil bir nefeslenme ve istikrar kazanma sürecinin ardından vuku bulmuştur.
   Dünya Savaşı ve İttihat ve Terakki’nin Pantürkist üyelerinin su götürür suçlamaları soykırımın bahanesi olmuştu. Ama bu facianın asıl nedenleri tabii ki daha derinlerde yatar. Osmanlı İmparatorluğunun 19. yüzyıldaki çöküş süreciyle alakalıdır.
Avrupa Yahudilerinin yok edilemeye başlaması her ne kadar ötenazi programıyla ilişkili olsa da ‘Doğu Seferi’ ve onun ırkçı ideolojik antibolşevik ivmesinin yönüyle doğrudan bağlantılıydı. Bu nasyonalsosyalist antibolşevizm, birçok açıdan antisemitizmin bir türevi olarak gösterir kendisini. Amerika’ya savaş ilan edilmesi ve savaşın bir dünya savaşı boyutlarına ulaşmasının ‘Yahudi Sorunu’nda radikalleşmesinde payı olduğu muhtemeldir. Nihayetinde Hitler’in hayal dünyasında Yahudiler, hem bolşevizmi hem de Batı plütokrasisini (zenginler yönetimi) kendi iktidarları için kullanan bir uluslar arası güçtü. Bu ideolojik yansıtma her yerde, basında, propagandada, resmi açıklamalarda ve Hitler’in mutat Yahudi düşmanı reteoriğinde kendisini belli ediyordu.
   Nasyonalist kitlesel kıyım sırasında vuku bulan korkunç olaylar göz önüne alındığında olan bitenin hafızalarda tekrar bina edilmesine, Holokost’ta yaşanan hadiselerden çok tarihten menkul, belki de dini hafıza kalıplarının katkıda bulunması bir paradoks oluşturur. Stalinist tahakkümle Nazi rejimi arasındaki en bariz fark herhalde kurbanların öldürülmesi koşullarında görülebilir. Bu farkı oluşturan belirgin özellik ise çalışmadır. Sovyet komünizmi açlık felaketinin kurbanları dışında milyonlarca insanı zorla çalışmaya mahkum etmiştir. Nasyonalsosyalist rejim de ise köle çalıştırmanın ne demek olduğunu biliyordu. Bu köleler Nazi rejiminde etnik kökeni Alman olanlardan değil diğer milletlerden devşiriyordu. Bu nedenle zorla çalıştırılan zorla çalıştırılan bu köle-işçilerin sömürülmesi Nazi İmparatorluğunda doğrudan doğruya yayılma ve fetih savaşlarıyla ilişkilidir.

  Karşılaştırmaya yönelik şiddetli istek Avrupa’daki ulusal kültürlerin adeta içine işlemiş durumdadır. İki savaş arası dönemde kıta Avrupasında faşizm ve komünizm, 20. yüzyılın anlam bahşedici iki büyük ideolojisi olarak bir iç savaş cepheleşmesinde karşı karşıya gelmişlerdir.
  Truman Doktrini Amerika’nın izolasyonist döneminin sonunu ve aktif mücadeleler siyasetinin başlangıcını işaret ediyordu. Dünya içinse bu dönüm noktası, dönemi belirleyecek, kırk küsür sene sürecek Soğuk Savaş, Doğu-Batı çelişkisi, nükleer silahlanmanın gölgesinde iki kutupluluk olgularının, belirli bir biçimi olmayan anlamına geliyordu.
  Her şey Avrupa siyasetinin fay hattının zaten oldum olası faal olduğu bölgede yaşandı. 19. yüzyılda büyük siyasetin geleneksel olarak üzerindeki gerilimi attığı bu coğrafyada, ‘’Doğu Sorunu’’ ve ‘’Büyük Oyun’’un coğrafyasıydı. Doğu sorununun alametleri sadece Osmanlı İmparatorluğunun kaderi için geçerli değildi. Polonya’nın en büyük sınırlarına ulaştığı dönemde Baltık Denizi’nden Karadeniz’e kadar uzanan bu muazzam imparatorluğun alınyazısı da Doğu sorununun bir parçası olarak tezahür etmişti.

 1945 senesini belirleyen Sovyet ordusunun ilerleyişi oldu. Rusya Doğu ve Orta Avrupa’da hegemonyal güç olarak yerini sağlamlaştırdı. Bunu öncelikle 1940’taki başlangıç durumunun yeniden ortaya çıkardığı Baltık ülkelerinde gerçekleştirdi. Baltık ülkelerini Polonya takip etti daha sonra da Mihver Devletleriyle ittifak kurmuş Romanya, Bulgaristan ve Maceristan gibi devletler nasiplerini aldılar.



  Bir sınıf savaşı olarak deklare edilmiş Yunan iç savaşında etnik ve teritoryal (yerel öğeler) gün geçtikçe daha fazla ortaya çıktı. Savaş sırasında Yunan komünistleri ile Slav asıllı Yunanlılar arasında yakınlaşmalar sürdü.
   Doğu Sorunu coğrafyasında Büyük Britanya’nın geleneksel rolünü Amerika Birleşik Devletleri’ne devretmesini İngiltere ve Rusya arasında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hortlayan gerginliğin evrenselleşmesi takip etti. Doğu ve Batı arasında İran, Türkiye ve en önemlisi Yunanistan etrafında patlak veren anlaşmazlıklar tarihsel örgüleri soyut ve ilkeler çerçevesinde ifade tarzına dönüşüyordu. Bu gelişmeyi en güzel Yunanistan’daki dramatik durum nedeniyle gündeme gelen ve pek de haksız sayılmayacak şekilde ‘Soğuk Savaş’ta sıkılan ilk mermi’ olarak tanımlanan Truman Doktrini gösterir. Dünya iç savaşına giden dönüşümün temelleri 1947’de Truman Doktrini ile atılmıştı adım adım da gerçekleştirildi. Resmen kabul edilmiş genel bir siyasetten konuşmak henüz mümkün değildi gerçi ama Yunanistan ve Türkiye’nin desteklenmesi küresel müdahale retoriğle kongreden geçirildi.
Çinhindi Savaşı (Fransa-Vietnam Savaşı, 1946 ile 1954 yılları arasında, Fransa ve destekçileri ile Kuzey Vyetnam ve destekçileri arasında,Çinhindi'nde meydana gelen savaştır. Savaş sonucu Vietnam ikiye bölünmüştür.) bir Asya savaşıydı fakat Fransa’nın Avrupa’daki rolüyle ilintili olarak çok önemli bir etkisi oldu. Fransa giderek azalan önem ve itibarını kurtarmak amacıyla iki önemli sahnede birden oynuyordu: Avrupa ve Asya. İki farklı coğrafya da birden aktif olmak ve bu keyfiyetin beraberinde getirdiği ikilemler Birleşik Devletler’e yansıyor ve oluşan gerilimi hem Asya’da hem de Avrupa’da siyasi olarak yumuşatmak ona kalıyordu. Kolonyal yükümlülüklerin ağırlığıyla ağırlığıyla baş edemeyen bir Fransa’nın Avrupa’nın en önemli kıta gücü olarak Batı ittifakı içerisinde payına düşen rolün altından kalkabileceği tereddüdü giderek daha fazla belli oluyordu.
   Avrupa’nın bugününün gerekleri ve sömürgelerinin getirdiği ipotek arasında sıkışıp kalan Fransa, bu durumdan kurtulma gayreti için manevralar yapıyordu. Avrupa’nın güvenliği için kurulacak ve Batı Almanya’nın da katılacağı bir işbirliği teşkilatını tasdik edecek olması Fransa’nın elindeki kozdu. 1945’ten sonra Fransa’ya sömürge imparatorluğunu tasfiye etmek ve 1870\71’le başlayan tarihi dairesel hareketi sonlandırmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. Giderek alevlenen Doğu-Batı karşıtlığı, dünya savaşında mağlup Almanya’nın –doğal olarak batı kısmının- tekrar güçlenmesini ve silahlandırılmasını elzem hale getirince bu dairesel hareket de sona erdi. Ayrıca Fransa’nın Avrupa’ya geri dönmesi ve Almanya ile itilaflarının çözülmesi, yeni efendiler yani Amerikalılar ve onları Avrupa’nın şartıyla tanıştıran İngilizler tarafından da gayretli şekilde destekleniyordu.
   Soğuk Savaş dönemi tarihsel olarak bakıldığında tam bir paradoks oluşturacak şekilde büyük nötralizasyonların dönemi oldu. Doğu ile Batı arasındaki büyük çatışma ve dostla düşmanın toplumsal değerler ve ilkeler ekseninde iç savaş benzeri koşullarla ayrışması, milli hafızaların 19. yüzyılın bitiş dönemi ve iki savaş arasında kalan yıllardan yadigar siyasi anlamları hükümsüz kıldı. Kadim tarihten gelen hikayelerin Soğuk Savaşın etkisiyle nötralize edilmesi süreci, dil ve iktisadi organizasyonlar aracılığıyla gerçekleşti. Farklılıklar, karşıtlıklar ve çatışmalar, bütünleşme süreci, içerisinde ölçülebilir semantik ve semboller nedeniyle büyük siyasetin ve ulusal güvenlik meselesinin ilkesel ve varoluşsal boyutlara ulaşan sorunlarına oranla çok daha kolay halledilebiliyordu. Avrupa’nın tarihi göz önüne alındığında muhtemelen girebileceği tek yola yönelmişti: Avrupa’nın kadim tarihi tarafından kirletilmiş siyasi merkezden uzaklaşan süreç, onlarca yıl boyunca periferide, ekonomi dünyasında, geçmişin her türlü izini unutmanın alıştırmasını yaptı.


* Dan Diner - Yüzyılı Anlamak (Evrensel Bir Tarih Yorumu)

29.11.14

İlerlemenin kısa tarihi

Kitap analizi:

“Tarih” dediğimizde ilk akla gelen “geçmiş” kelimesidir. Geçmişten bugüne aktarılan bir tarih, bugünden geleceğe giden hayatımızı etkiler mi? Ne olduğumuzu, neler yaptığımızı açıkça görürsek birçok devirde, birçok kültürde ısrarla varlığını sürdüren insan davranışlarını tanıyabiliriz ve bunu bilmek de nereye gideceğimizi söyleyecektir.


İnsanların kafasını kurcalayan birçok soru vardır ve sürekli araştırarak bu sorulara cevaplar bulmaya çalışırlar. Fakat cevaplardan memnun kalıyorlar mı, ya da buldukları cevaplar kafalarını daha da kurcalıyor mu, orası muamma. İnsanın kendisinin en çok merak ettiği sorulardan biri de “İnsan tam olarak nedir?” Arkeoloji ileriyi görmek için başvurabileceğimiz elimizdeki en iyi aygır herhalde, çünkü zaman içindeki yolculuğumuzun izlediği yönün ve hızın derinlikli bir okumasını sunuyor:
Ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve dolayısıyla nereye doğru gideceğimizi söylüyor. “Şempanzeler olduğumuza, 5 milyon yıl önce zaman içinde nasıl bir yol izlediğimiz kesin olarak bilinmese de nihayetinde Afrika’dan çıktığımıza dair akılcı kuşkulara kapılmaya mahal yoktur.”



   Bugüne gelmemizin en büyük etkenlerinden biri kültürdür. Zaman içerisinde kültür tarafından şekillenerek ilerleme kat ediyoruz. ”Beynin kültür dolayısıyla doğayla etkileşimlerinin esnekliği, başarımızın anahtarı olmuştur.” Medeniyetler kültürün belli bir türüdür: Bitkilerin, hayvanların ve insanların ehlileştirmesine dayanan geniş, karmaşık toplumlardır. İlk medeniyetler MÖ 3000 yılında ortaya çıkmış, bunlar Sümer ve Mısır medeniyetleridir. MÖ 1000 yılında gelindiğinde medeniyet başta Hindistan, Çin, Meksika, Peru ve Avrupa’nın bazı kısımları olmak üzere Dünya’nın etrafında bir halka oluşturmuştu. ”Bütün zalimliklere rağmen medeniyet değerlidir, sürdürmeye değer bir deneydir. Ama tekinsizdir de: İlerleme merdiveninde tırmanırken, önceki basamakları aşağı ittik. Felakete sürüklenmeksizin aşağı inmemiz söz konusu değil. Medeniyeti sevmeyenler, onun o küstah yüzünün üstüne düşmesini bekleyenler, bugünkü sayılarımız ve varlığımızla insanlığı ayakta tutmanın başka bir yolu olmadığını akıllarda tutmalılar.”

  Her dönemin kendine özgü bir önemi vardır, zamanla alet yapımı, tarım, avcılık, çiftçilik ilerlemiş ve bugüne kadar gelmiş bulunmaktadır. Nüfusların ve yerleşik hayatların artmasıyla, gruplar arasındaki farklılıklar ortaya çıkmasıyla, liderliğin var olmasıyla da insanlar arasında güç ve zenginlik söz konusu olmuş ve insanlık vahşiliği artmıştır.

  “Bana en şaşırtıcı gelen, en çarpıcı bulduğum şey, dünyanın her yerinde, farklı kültürler ve ekolojilerde çalışıyor olsalar bile insanların çok benzer şeyleri birbirilerinden bağımsız olarak gerçekleştirmelerinin ne kadar az zaman aldığı.” İlişkiler, yiyecek, zenginlik, güç ve saygınlık gibi şeyler bizi etkileyerek baştan çıkarır ve peşlerinden sürükler, ilerlememizi sağlar. Teknolojinin gelişmesi, yeni fikirlerin ortaya atılmasıyla, yeni icatların, yeni ürünlerin ortaya çıkmasıyla aslında ilerliyoruz.

  “Kadim medeniyetler genellikle iki tiptir: kent-devlet sistemleri ya da merkezi imparatorluklar. Medeniyetler, genişleyen bir çevreden merkeze zenginlik aktarırlar; çevre bölgeler siyasi ve ticari bir imparatorluğun ya da kaynakların yoğun olarak kullanmasıyla birlikte doğanın sömürgeleştirmesinin, genellikle her ikisinin birden sınır bölgeleri haline gelirler.” Bir medeniyet zirveye çıktığında en istikrarsız dönemini yaşıyor olur, çünkü ekolojisi üzerindeki talepleri azami düzeye erişmiştir. Yeni bir zenginlik ya da enerji kaynağı ortaya çıkmadıkça üretimini artırması ya da doğal dalgalanmaların yarattığı sarsıntıları hazmetmesi mümkün değildir. İlerlemesinin tek yolu, doğadan ve insanlıktan yeni krediler almasıdır. “Doğa erozyonlarla, hasadın kötü gitmesiyle, kıtlıklarla, hastalıklarla kredisini geri çekmeye başladığında toplumsal sözleşme de bozulur. İnsanlar bir süre metanetle acılara dayanabilirler ama er ya da geç yöneticinin göklerle ilişkisinin bir yanılsama ya da yalan olduğu ortaya serilecektir.” Toprakların kötüye kullanımı ve açlık bu altüst oluşlarda önemli olmuşlarsa da bu isyanların başlıca nedeni doğal değil toplumsal sermayenin tükenmiş olmasıdır. Bu toplumlar yeniden örgütlendiklerinde medeniyet işini sürdürmekle kalmadı, genişledi de. Gerçek bir çöküş bir toplumun tükenmesiyle ya da tükenmeye yaklaşmasıyla sonuçlanır, bu evrede çok sayıda insan ölür ya da dağılır. İyileşme, eğer olursa, asırlar sürer, çünkü ormanlar, sular ve humuslu toprağın yavaş-yavaş kendilerine gelmesiyle birlikte doğal sermayenin yeniden üretilmesini gerektirir.

   “Kadim medeniyetler yereldi, belli ekolojiler üzerinden geçiniyorlardı. Biri düşerken, başka bir yerde bir diğeri yükseliyordu. Gezegenimizin geniş kısımlarında yerleşim hala azdır. Dünyanın tarihi uzaydan hızlı bir film olarak çekilebilseydi, medeniyetlerin orman yangınları gibi, önce bir bölgede sonra bir diğerinde patlak verdiğini görürdük. Bazı medeniyetler yalıtılmıştır, kendiliğinden ortaya çıkmıştır; bazıları rüzgârla savrulan kıvılcımlar gibi asırlar boyunca oradan oraya taşınmıştır. İyi bir yerde kurulan birkaçı, uzun süren bir aradan sonra yeniden alevlenen közler gibi yeniden doğmuştur.” Geçmişe baktığımızda, bir medeniyetin hayatta kalıp başarılı olmasının yegâne kalıcı dayanağı, toprağın ve suyun, suyu tutan ormanların sağlığı olabilir.


  Zaman ilerledikçe teknolojinin gelişmesiyle de savaşların artması, güç ve zenginliğin üstün tutulması, rakipliğin artması, hastalıkların yayılması,kıtlık ve yoksulluktan dolayı bütün bunlar nüfusun azalmasına neden oldu ve hala da olmaya devam ediyor. Zaman artık hızla ilerliyor ve 10.000 yıllık yerleşik hayat deneyi bizim şimdi yaptıklarımıza ve yapmadıklarımıza bağlı olarak ayakta kalacak ya da devrilecek. ”Kaderimiz ellerimizin arasından kayıp gidecek.Bu yeni yüzyıl çok eskimeden geçmişimizdeki bütün karanlık çağları solda sıfır bırakan bir kaos ve çöküş çağına gireceğiz. Şimdi, geleceği düzeltmek için son şansımız."


*Ronald Wright,”İlerlemenin Kısa Tarihi,Çev. Ebru Kılıç,Aylak Kitap,1.baskı Eylül 2012,s.32

19.5.14

Nostalji.

   Dönüş, Yunancada nostos demek. Algos, keder anlamına geliyor. Yani, nostalji, doyurulamamış dönüş arzusundan kaynaklanan bir keder. Avrupalıların çoğu bu temel kavram için Yunanca kökenli bir sözcük (nostalgie, nostalgia), sonra kökü kendi ulusal dillerinden gelen başka sözcükler kullanabiliyorlar: İspanyollar anoranza diyor, Portekizliler saudade diyor. Bu sözcükler her dilde farklı anlamsal nüansa sahip. Çoğunlukla sadece ülkeye dönüşün olanaksızlığının neden olduğu hüznü belirtiyorlar; sıla hasreti,gurbet acısı. İngilizcedeki homesickness ya da Almancadaki Heimweh, Hollandacadaki heimwee. Ama bu, bu büyük kavramın daraltılması anlamına geliyor. En eski Avrupa dillerinden biri olan İzlandacada iki ayrı terim kullanılıyor: söknudur, genel anlamıyla nostalji ve heimfra, sıla hasreti. Çekler, Yunancadan alınan nostalji sözcüğünün yanı sıra bu kavram için stesk diye kendi isimlerini ve kendi fillerini de kullanıyorlar; Çekcede en dokunaklı aşk cümlesi: Styska se mi po tebe: Sana hasretim; yokluğunun acısına dayanamıyorum. İspanyolcadaki anoranza, anorar (nostalji duymak, özlemek) fiilinden gelir, o da Latince ignorare (bilmemek) sözcüğünden türeyen Katalanca enyorar'dan. Bu etimolojik aydınlatmanın ışığında, nostalji, bilmemenin acısı olarak ortaya çıkıyor. Uzaktasın ve ben sana ne olduğunu bilmiyorum. Ülkem uzakta ve ben orada neler olduğunu bilmiyorum(...)
    Nostaljinin kurucu destanı Odysseia, Eski Yunan kültürünün başlarında doğdu. Vurgulayalım: Bütün zamanların en büyük serüvencisi  Odysseus, aynı zamanda en büyük gurbetçidir de. Troya savaşına gitti (pek istekli değildi) ve orada on yıl kaldı. Sonra bir an önce doğduğu İthaka'ya dönmek istedi, ama tanrıların entrikaları yüzünden yolu, önce en olağanüstü olaylarla dolup taşan üç yıl, sonra esir düştüğü ve kendisine aşık olup onun adasından gitmesine izin vermeyen Tanrıça Kalypso'nun yanında yedi yıl daha uzadı.
    Odysseia'nın beşinci şarkısında Odysseus ona şöyle der: "Ne kadar akıllı da olsa, bilirim senin yanında, haşmetten uzak kalırdı Penelope ve de güzellikten... Ama gene de her gün ettiğim tek dua oraya dönmek, gün doğumunu evimde görmek!" 



(Milan Kundera - Bilmemek, s.10,11,12, Çev. Aysel Bora, 11.Baskı)

28.4.14

Benimle konuşmaya devam et.


   Kendi kendini ve diğerlerini anlamayla yüzleşmek; varlığını fark etmenin şüphelenilmeyen görünümü, sıklıkla keşfedilir. Hakkında çok az bildiğimiz bir sorunla ya da daha önce hiç tanışmadığımız bir insana yaklaştığımızda, bir panik duygusu hissederiz ya da sevinç. Hiçbir zaman tamamıyla net olmayan ince bir farklılık. Onu çözmeyi başarabilecek miyiz? Kendimize sorarız ve cevap her zaman olumlu değildir.
Birçok zaman "yabancıya" şüpheyle bakarız, şüphe henüz sistemleştirilmemiş farklılıkta her zaman var olur. Bu "yabancı" bizi nereye götürecek? Kesinlikle yeni şeylere doğru ve bunlar ne gibi olacaklar? İyi ya da kötü olabilirler, ama onlar bizim dengemizi, nahoş bir uyanma ve sonrasında sıklıkla yarattığımız uykumuzu (ve düşlerimizi) altüst ederler.
Bundan, tamamıyla daha gerekli olan kendimizi ortaya çıkarmamamız. Kişisel dünyamız, bizim kendi dünyamız, tehlikeye atıldığından beri bilinmeyene riski göz aldığımızda, onu ölümüne savunmaya hevesliyiz; riskin sınırları duygusuzlaşıyor ve açıklayıcı bir şema öneriyor. "Yabancı", insan ya da problem olsun, bu yüzden kendi şemalarımızın dünyasında kataloglu; yapıda var olan biçimi seyreltiyoruz, onu zorla bastırıyoruz, ötekinin bizim ihtiyaçlarımıza boyun eğmesini bekliyoruz. Böylece, "onu" ayinsel davranışta öldürdükten sonra, biz, katiller olarak kendi kapasitemizin limitleri içinde yapabilir oluyoruz, onu kendi amaçlarımıza uyumlulaştırarak, kapsayıcı arzularımızı, düşlerimizi ve uykumuzu bile beslemeye devam edip, yeniden üretiyoruz.
   Ve kesinlikle en kötüsü olmayan bu yolla, bazılarımız, kendimizi, düzenlemenin kozalağına sarmalıyor, yargılıyor ya da onun farkında bile olmadan yargıyı erteliyor. Ama gündelik pratikte, bu erteleme, onu şiddetle yapmaya ihtiyaç duymadan kendi kendine bizim görüş sahamızda her zaman diğerine güvenle ifade ediliyor. Bu durumlarda, olmadığında var olmadığı gibi ortaya çıkabilecek olan ahengi bulmaya genel gülünç bulma duygusu yardım ediyor.
Lütfen, düzen için senin hakaretinin bağırışı olmasın; bana senin hayat dolu bir yaşama şeklini, dans eden niteliksel mantığını göstermen yeterli, düzenin ve hareketsizliğin mecburiyet âdetini değil. Yani, bana bunu mantıkla, dikkatli bağlantılarla göster. Lütfen, bana deli olduğunu söyle, tıpkı benim gibi, ama bunu açıklıkla söyle. Lütfen, bana karanlığın tüyler ürpertici berbatlığından bahset, ama gün ışığında söyle bana bunu, böylece görebilirim; benim eğitilmiş olduğum katı dilde temsil edilmiş olarak, burada ve şimdi.
   Yıkıma dair nağmelerinle cesaretlendir beni -onlar benim kalbimin ihtiyaçları olan tatlı ninniler- ama onlardan derli toplu bir biçimde bahset, böylece ben onları anlayabilirim ve yıkımın ne olduğunu anlattıklarından dolayı teşekkür edebilirim. Yani, kelimelerin bana iyice, derli toplu bir biçimde ulaşmasını istiyorum. Eyvah, eğer bağırmaya başlarsan, daha fazla dinlemeyeceğim. Yıkmak iyi, fakat mantığın tesir ettiği bir sırayla. Yoksa her şeyin anlaşılamaza karardığı tekrar edilemez kaosun içine gireriz. Evet, varsayalım, bir festival gününde bir Cezayirli pazarındaki kafa karıştırıcı bağırışlar sayesinde bile bir şeyler bana ulaşabilirdi, ama ben bu hayata, bu sağı solu belli olmayan ve uçup giden dansa, "yabancının" bu umulmadık görünüşüne alışık değilim. Bu yaşam biçimi anahtarını, tamamıyla yakınlıktan oluşmuş bu dili, benden önce koyman gerekli. Konuş bana, yalvarıyorum sana, böylece; kelime, benim ve dünya arasında zaten var olan göbek bağına dönüşüyor, böylece, hiçbir şey birden kaosun karanlık boyutunun içine atılmış olarak kendini göstermiyor.
Bana aşktan bahset, senin aşkından, benim için, mümkün olan her türlü aşktan, en uzak ve anlaması zor olan dâhil, iç sıkıntısıyla süren aşkın şiddetinden, şiddet ve ölümden, ama onu aklın gözleriyle görebilmeme izin vererek, aşkın hapsedilmesinden bahset, çamurlu ve bozulabilir kelimeler dünyasında tutsak edildiğinden. Ondan dikkatlice bahset bana, sana yalvarıyorum, böylece kalbim onun yankılarını taşıyabilir. Sonra, ondan bir yaşam biçimi yapacağım ve gerçekten, bana ondan bahsettiğinden beri, aşk bana yakın olacak ve kendimle beraber onu her yere taşıyacağım, birinin; cebinde birisinin bıçağını taşıması gibi, güvenlik sağlayan ağır bir eşya gibi. Şu diğer ihtimale olduğu gibi, birden gözlerimin önünde kendini gösteren o kadın; şu "yabancı" gibi, gecenin karanlığındaki bir hırsız gibi, burada artık beni çağırmıyor, gece hâlâ benimle konuşabilecek görkemli feryadını terk ediyor.
Bana gelecek toplumdan bahset, anarşiden, senin ve benim inandığımızdan, bana onun belirsizlik koşullarını tarif et, öngörülemez insan ilişkilerinin tüm kısıtlamalardan tamamen kurtarıldığından; senin dinginliğinle, inandırıcı kelimelerle, ipini koparıp kaçan; duyguların kışkırtıcılığını anlat bana, bir günden ertesi güne kaybolmayan yıkım için nefret ve arzudan, sonunda geçmişin tüm kâbuslarından farklı olan, toplumun damarlarında akan ve yayılmasını durdurmayan korku ve kandan bahset. Söyle bana, sana yalvarıyorum, ama beni ürkütmeyen bir yolla yap, ondan derli toplu bir şekilde bahset bana, ne yapacağımızı konuş benimle, sen ve ben ve diğerleri ve yoldaşlar ve hiç yoldaş olmadıklarımız, ama bir andan diğerine anlayanlar, hep beraber, kurarak, şimdi biraz, biraz burada, azar azar, her şey hayattayken, yani gerçek hayat, yine güzelleşmeye başlıyor. Fakat bana onu anlaşılabilir mantıkla anlat. Senin içinde haykıranı benim kulağıma haykırma, korkutuyor beni. Onu kendine sakla. İhtiyaçlarını ve fikirlerini -benim fikirlerimle birlikte- düzenleme zorluğunu kendin sürdür. Benim arzularımın her türlü kabulünden seni uzağa yönlendiren boyun eğmez kuvveti kendine sakla, yine de senin kendi bastırılamaz oluşun, aynı benim gibi, tüm düzenlemeye muhalif. Bana tüm bunları söylemeyerek, beni korkutmayı durdurabilirsin.
   Yalvarıyorum sana, bana daha fazla endişe edilecek bir şeyler verme.



(Alfredo Bonanno)

19.3.14

Bir gün.

   


  "Asla mutlu olamayacaksın" dedi iç ses. Haksızdı. Olamamak değildi ki benim sorunum, sadece mutlu olmak istemiyordum.

   Pazar sabahı uyandım ve kendime bir kahve yaptım. Hayatımdaki herkes uyuyordu. Televizyonda yine direnişlerden ve eylemlerden bahsediyorlardı, kapattım. Son zamanlar kimsenin sesini duymak istemiyordum. İsteksizlik hastalığı diye bir şeydi sanırım. Rejimim bozulmuş, artık kendimi tanıyamıyordum. Pazarları sevmemin tek nedeni pencereden baktığımda sokağın sessizliğiydi. Küçük çocukların sesi yankılanıyordu odamda ara sıra. Bir gün büyüyüp şu sokağı hatırlamayacaklardı bile. Bir gün kocaman olup ölümü düşüneceklerdi. Belki de bazıları büyümeden ölümü tadacaklardı. Yaşamaktan çok daha fazla sevdim ölümü. Huzur istiyordum ve ölüm bana huzur getirecekti. Yapamadım. Cesaretsiz, korkak ve halsizdim.

   Çocukken ölmek en güzel şey, insanların çirkin yüzünü görmeden, ihanete uğramadan, ailenin dağılmasını göremeden, mutsuzluğu tatmadan, kaybetmeden ölmek, bir süpermen gibi ölmek.

  Bir gün uyanacak herkes ve ölüler olacak sadece, ölüler yaşayacak.
  Sırt çantamı alıp dışarıya çıktım, içi boştu, tıpkı benim gibi. Ne yapmak istediğimi bilmeden yürüdüm. Farkında olmadan Bebek sahiline geldim, deniz kokusunu aldığımda başımı kaldırmıştım. İnsanlar mutlu gözüküyor, hallerinden memnunlar. Yaşıyorlar.  

  Bir banka oturdum ve 3 saat boyunca ağlayarak bir paket sigara bitirdim. Kokumdan tiksindim, yine kendimden iğrendim.

  Bir köpek yaklaştı bana, tasması olduğunu farkedince etrafıma bakıp sahibi aradım. Köpek ayaklarımın altında bana yapışıp yere yattı ve oracıkta uyuya kaldı. Sanırım çok yaşlıydı ve yorgundu.

  Yarım saat sonra aniden bir ses duydum, denizi izleyerek yine ölüm hayallerine dalmıştım, irkildim. Genç bir beyefendi,30lu yaşlarında, bana yaklaşıyordu. Gülümseyerek selamlaştık ve yanıma oturdu. Çok tatlı gülümsüyordu lakin yüzünde yaşadığı acıların kırışları belli oluyordu. "San adına özür dilerim, rahatsız ettik." dedi ve yine hafif gülümsedi. Ben ise köpeği izleyerek, ayağımda nefes alışını hissediyordum. Adam bana kendini tanıttı, bunun bir önemi yoktu benim için. Eğilip köpeği uyandırmak istedim ama yapmadım. Bir taraftan da oradan koşarak uzaklaşmak istiyordum. Kendimden utanıyordum.

   Adamla çok az muhabbet ettik. Bana denizde boğuluyormuşcasına bakıyorsun dedi.Gülümsedim ve yine gözlerimi denize doğru çevirdim. Köpek aniden kafasını kaldırıp bana baktı. "Sanı ilk kez böyle görüyorum, asla yabancı birisine bu kadar yaklaşmaz, biraz korkaktır benim oğlum." dedi adam. Şaşırdım. Huzuru düşündüm. Adamla hiç konuşamıyordum. Kelimeler ağzımdan çıkmak istemiyordu, çok karışıktı kafam.


   Ayağımda artık bir şey hissetmiyordum, aşağıya eğildim, köpeğin kafasına dokundum ve sevmek istedim ama yapamadım. Köpek nefes almıyordu sanki. Elimi yüzüne doğru götürdüm ve, evet, köpek huzura kavuşmuştu. Adama doğru yüzümü çevirdim, bembeyaz olmuştum, nefes almakta zorlanıyordum, "Üzgünüm" kelimesi fırladı ağzımdan. Adam yerinden sıçradı, köpeğine sarıldı. Bağırma sesi bütün sahile yankılanıyordu. Çok sarsılmıştı. Ben ayağa kalktım ve özür dileyerek oradan uzaklaştım.
   Çok insansızdım. Çok kabaydım, çok kötüydüm. Çok yalnızdım ve herkesi yalnız bırakıyordum.

   Ben ölümü düşlerken, ayağımın altında köpek uyudu ve öldü. Ben Azraildim, ölüm bendim, öldüren bendim.
  Ölmeliydim...

16.2.14

"Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında."



Alıntılar:


"Yağmur yağar ve çiçekler açar. Yağmur yoksa kururlar. Kertenkeleler böcekleri yer, kuşlar da kertenkeleleri. Ama sonunda hepsi ölür. Ölürler ve toprağa karışırlar. Bir nesil yok olur diğeri devralır. Düzen böyledir. Bir sürü farklı yaşam şekilleri. Ve farklı ölüm şekilleri. Nihayetinde hiçbir şeyi değiştiremezler. Geriye sadece bir çöl kalır."


"Hayallere dalmak yasaktı. Yaptığım işe konsantre olmak için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım.Yüzümü yıkarken, yıkamayı düşündüm; müzik dinlerken, tek odağım müzikti. Hayatta kalmamın tek yolu buydu."


"...havuza gidip her zamanki gibi iki bin metre yüzdüm. Bir balık olduğumu düşledim. Basit bir balık, yüzmek için bile düşünmek zorunda olmayan bir balık."


"Her gün güneşin doğuşunu, sonra da batışını izliyorsun ve içinde bir şey yitip gidiyor. Sabanını bir kenara atıp kafan boş bir şekilde batıya doğru yürümeye başlıyorsun. Güneşin batısındaki bir yerlere doğru. Takıntılı biri gibi ara vermeden, yemeden, içmeden yere yığılıp ölene kadar yürümeye devam ediyorsun. İşte bunun adı Sibirya Histerisi."




"Mutlu olduğumu söyleyebilirsin. Yine de seninle tekrar karşılaştıktan sonra bir şeyin eksik olduğunu fark ettim. Asıl soru neyin eksik olduğu. Bir şeyler noksan. İçimde ve hayatımda. O parçam sürekli aç,sürekli susuz."



"Hafıza ve duyular bu kadar belirsiz ve her yöne eğilimli olduğundan, olayların gerçekten yaşandığını ispatlamak için daima belirli bir gerçekliğe -alternatif gerçeklik diyelim- güveniriz. Belli bir şekilde algıladığımız olaylar ne dereceye kadar biz onları öyle adlandırdığımız için öyledir bilmek mümkün değildir. Bu nedenler gerçekliğe gerçeklik diyebilmek için başka bir gerçekliğe gereksinim duyarız. Ama bu başka gerçeklik temel olarak üçüncü bir gerçekliğe ihtiyaç duyar. Bilincimizin sınırları içinde sonsuz bir zincir yaratılır ve gerçekten burada olduğumuz duygusunu veren, var olduğumuzu söyleyen zincir buradan beslenir. Fakat bu zinciri koparacak bir şeyler olur ve zarar görürüz. Gerçek nedir? Zincirin kopan tarafının burasındaki mi? Ya da orada, diğer tarafındaki mi?"


"...en küçük parçasına kadar boşaltılan bir oda gibi, ifade diyebileceğiniz her şeyin ortadan kaldırılıp geriye hiçbir şey kalmaması. Yüzünde herhangi bir duygunun kalıntısı yoktu,derin bir okyanusun dibi gibi durgun ve ölüydü...Yüzünde şu vardı: mutlak boşluk."

26.12.13

“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”


  

“Bin dokuz yüz seksen dört” kitabı hem psikolojik,hem siyasi,hem tarihsel,hem bilim-kurgu,hem de gerçekçi tarzda yazılmış bir romandır.Kitabı okuduğumuzda yazarın aslında günümüz olaylarını açık şekilde yüzümüze çarptığını ve şimdiki zamanı daha baskıcı bir şekilde tasvir ettiğini görüyoruz.Orwell,yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olacağına inandığımı söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim.” Kitap her ne kadar Stalin dönemindeki sosyalizm rejimini ve barbarlığın temsilcileri sayılan neo-Nazizm’e karşı eleştirisel bir şekilde yazılmış,fakat okuyup bitirdiğimizde şimdiki büyük devletler sisteminden bir farkı olmadığını açık şekilde görmekteyiz.Erich Fromm’un yorumu aslında kitabın bize vermek istediği mesajı vurgulamaktadır. “George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır.Dile getirilen ruh hali,insanoğlunun geleceğine ilişkin handiyse bir umarsızlık,uyarı ise,tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri,ruhsuz otomatlara dönüşecekleri,üstelik bunun farkına bile varmayacaklarıdır.Orwell,bizi uyarmak ve uyandırmak ister.Hala umudu vardır; ama Batı toplumunun daha önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine,umarsız bir umuttur bu.Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ,bize bu umudun ancak,bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin,bireyselliği,aşkı,eleştirel düşünceyi tümden yitireceği gibi,bunu ayırtına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup çıka tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini öğretir.”


Gelelim kitabın ütopyacı hikayesine,olayların geçtiği yer olan “Okyanusya” adında bir devlet sürekli Avrasya ya da Doğu Asya ile savaş halindedir. Burada baskıcı,totaliter bir rejim uygulanmaktadır ve özgürlüğün tümden ortadan kaldırıldığı,toplumun iktidar tarafından maruz kaldığı yönetsel,dinsel,dilsel,ahlaksal,eğitsel ve bunun gibi baskılar sonucu düşünmenin bile suç olduğu inanlar arasında bu cesareti toplayan baş kahramanımız Winston Smith adında bir parti içi çalışanıdır.Winston Smith sürekli geçmişi kurcalamakla meşgul,eski dönemlere ait hatıralarını kafasında canlandırmakta ve yaşadığı döneme nasıl geldiği sorusu sürekli kafasını kurcalamaktadır.Düşünce polisi olduğunu düşündüğü,fakat tanıştıktan sonra yanıldığını gördüğü ve aynı kafadan olan bir kızla tanışır.İlişki gizli bir şekilde yürütülmektedir,çünkü sistem duygu,istek gibi şeyleri çökertmeye çalışmaktadır. “Büyük birader” adlı kurgulanmış bir diktatör vardır ortada,herkes onu “sevmek” zorundadır.Kitabın sonunda hiç beklemediğimiz gibi Smith,mücadelesine rağmen bu rejime yenik düşer ve Büyük biraderi “sevdiğini” söyler.


Toplum,günümüz kelimesiyle “beyni yıkanmış” bir vaziyyetde yaşamını sürdürmektedir. Bu devletin “Savaş Barıştır.Özgürlük Köleliktir.Cehalet Güçtür.” sloganı aslında tolumun halini özetlemiştir. Cehalet içinde bırakılan halk, “cahil cesareti” diyebileceğimiz cesaretle,özgür olduğunu düşünerek,ancak özünde bir köle olarak hareket etmektedir ve gözünün önünde olan biten yanlışları,yalanları,dolanları,aptallığı görmezden gelebilmektedir.Devamlı olarak manipüle edilen,yönetilen,kendi düşünce yapısı olmayan,düşüncelerin hepsi iktidar tarafından sunulan ve bunları sorgusuz sualsiz kabul edip savunan bir toplumdur.Her zaman koyun gibi güdülmeye mahkumdur ve karşı çıkma,eleştirme olanağı yoktur çünkü üst sınıf,yani iktidar tarafından cahil bırakılır,ancak bu ustalıkla yerine getirildiği için alt sınıf,yani toplum buna hiçbir zaman karşı çıkmaz.Romanda “düşünce suçu” diye bir kavram vardır.İktidarın vatandaşı kendi söylediğine inandırma ve öyle düşünmesini sağlama yöntemi, var olan bir gerçeğin çarpıtılarak yüksek rütbeli kimseler tarafından nasıl söyleniyorsa öyle olduğunu kabullenmektir.Önce geçmiş bir yalanla yeniden yazılır,ardından bu yeniden yazma sanki asında var olan gerçek olarak görülür ve vatandaş buna inandırılır,ikna edilir.Buna karşı gelmek de bir düşünce suçudur.Kitabın baş karakteri Smith de makineleşmeye,duygusuzlaşmaya,mantık ve düşünceden uzak kalışa dayanamaz ve isyan eder.Hikaye boyunca kahramanın beynini bir çok sorunun çürüttüğünü ve düşüncelerin artık dışarıya çıkmasına izin verilmesi gerektiğini düşünerek hareket etmeye başlar.Pek başarılı olmasa da,en azından özgürlüğün,eşitliğin ortaya çıkmasını ister. George Orwell aslında bu kitapta “özgürlük,eşitlik,medya” gibi kelimeleri yok etmiştir denebilir.






Günümüze geldiğimizde yine aynı sistemin var olduğunu bence açık bir şekilde görmekteyiz.Dünya’yı ele almaya çalışan güçlü devletler,baskıcı ve diktatörlüğü tercih eden ülkeler,sürü şeklinde yaşamaya çalışan toplum,beyni yıkanmış cahil insanlar ve orada birkaç meydanda özgürlüğü,eşitliği savunup totaliter rejime karşı gelen,gün geçtikçe de sayısı çoğalan “Winston Smith”ler.